Aşağıda geçmişte Malatya’nın bir köyünde yaşanmış trajik bir “Kan Davası” hikâyesini okuyacaksınız. Hikâyede gerçek yer ve şahıs isimlerini saklı tuttuk. Onların isimleri yerine takma isimler kullandık.
Günümüzde pek yaşanmayan kan davaları geçmişte Kürtlerin toplumsal yarasıydı. Kan davası; mal, aşk, kıskançlık ya da eski bir husumet üzerine çıkardı. Fakat kan davalarının sonuçları çok ağırdı.
Bu türden olaylarda yaşanan olaylar yalnız iki küçük aileyi değil, bir klanı kapsayabilirdi. Kan davalı aileler, bu davalarında verecekleri kararlarda hiçbir dış otoriteyi tanımazlardı. Her iki taraf birbirlerini kollardı. Zayıf olan taraf daha çok memleketinden, köyünden göç ederdi. Fakat gittiği yerde bile saklanır, hasmını kollardı.
Özellikle geçmişte kan davası nedeniyle aileler parçalanırken herkes baba evinin yolunu tutardı. Kan döken ailenin erkekleri ilk etapta evin büyüğü ile kan davası yolculuğuna dağa çıkarken, evin kadınları baba evine gönderiliyordu. Kadınlar savaş dışına itilirdi. Öldürülecek hedefler erkekler olurdu. Kadın kısmına yas (şin) yapmak düşerdi. Kız çocukları ise baba ile değil, annesi ile birlikte sayılırdı. Bu tavır, kız çocukları için Kürtlerin acımasız ve korkunç bir geleneğiydi. Çünkü kızlar babaya düşkün olurdu. Kan davası; eğer bir büyük aile içinde olmuşsa bu durum aile içi sevgiyi köreltirdi. Varsa ailevi yakınlık, bu akrabalık dahi inkâr edilir, bu bağ yok babından sayılırdı.
Aşağıda sunacağımız hikâye de böylesi bir yaşanmış olaydı. Fakat bu hikâye sıradan bir kan davası değildi. Bu hikâyede kız çocuğunun ve erkek kardeşlerin birbirlerine düşkünlüğünün büyük bir sevgi direnişi vardı.
BABANA SÖYLE, EĞER İSTERSE, ONA OĞUL OLURUM!
Hüseyin amcası ve kayınbabası olan Abuzer ağadan aldığı tarlayı ekine hazırlamaya gelmişti. Sabah gün doğarken, kuşluk vakti iki öküzü ile çift sürmeye başlamıştı.
Öğleye doğru iki oğlu, Ahmet ile Fırat öğle yiyeceği ile tarlaya gelince, çift sürme işini büyük oğlu Ahmet’e bıraktı. Onlara, hayvanları dinlenmeleri için bir saat sonra sabandan ayırmalarını ve aşağıya dereye sulamaya getirmelerini söyledi. Kendisi de elindeki yemek çıkını ile aşağıdaki dereye yakın pınarın başına indi. Gölgelik bir yerde yemeğini yedi. Yemekten sonra Söğüt ağacının gölgesine uzandı. Yorgundu, dinlenmek istiyordu.
Fakat derin düşünceler yakasını bırakmıyordu. Sorun, sürdükleri tarlaydı. Kayın babası tarafından kız hakkı olarak tarlanın kendilerine miras verilişine iki kaynı karşı çıkmıştı. En büyük tepkiyi de büyük kaynı İrfan göstermişti. Diğer kaynı Hasan ise, ölçülü tepki vermesine rağmen geride duruyordu.
Hüseyin, onların bu karşı koyuşlarına aldırmamıştı. Hüseyin’e göre; hem amcası hem kayınbabası olan Abuzer Ağa, bu kararı vermişti. Nede olsa bu hususlarda amcaoğullarına söz düşmezdi. Fakat bir sorun vardı. Karısı onların üvey bacıları, ikinci anadan bacı idi. Tarla ise baba tarafından yani dededen miras kalmıştı. Anlaşılan esas mesele buydu. İkinci anadan doğanlara ilk anadan doğan çocuklar, çoğu yerde yetim muamelesi yapardı. Dededen kalan mirası üveylere vermezlerdi. Karısı Cemileye de ağabeyleri benzer bir tutum almıştılar. Dededen kalma miras malı ona vermeyi düşünmüyorlardı. Hatta bir defasında büyük kaynı İrfan, karısı Aşhan’ın annesinin de duyacağı şekilde, yüksek ses ile “Hele bir o tarlayı sürmeye gitsinler bakalım, hangi öküz hangi saban ile o tarlayı sürerlermiş!” demişti.
Cemile bu üstü örtük tehditleri biliyordu. Annesi de üvey kardeşlerinin serzenişlerini ona sürekli taşımıştı. Bu yüzden Aşhan, kocasına işten vaaz geçmesi için hep yalvarmıştı. Aşhan kötü bir şeyler olacağını hissediyordu. Baba evine dahi gidemez olmuştu.
Kocası Hüseyin ise inat etmişti. Hüseyin cesur bir adamdı. Amcaoğlu ve kaynı İrfan’a çocukluğundan beri hep diş bilemişti. Geleceği varsa göreceği de vardı. Tarlayı sürmekte kararlıydı. Nitekim düşündüğünü yapmıştı.
Dere kenarında Söğüt ağacının serinliğinde uzanan Hüseyin, “Bir mal, bu kadar mı kardeşi kardeşe düşürür?” diye düşünürken yorgun vücudu bir kaç kasılmadan sonra uykuya teslim olmuştu. Bir süre sonra göz kapaklarında kızıl aleve dönen güneş ışınlarının batışıyla birlikte korkunç bir bağırtı duyarak uyandı.
-“Baba dayımlar tarlaya geldiler, öküzleri boğazladılar! Baba öküzler ölüyor!”
Rüya görmüyordu. Büyük oğlu Ahmet yanı başındaydı. Bas bas bağırıyordu.
-“Nerede öküzler?”
-“ Yukarıda. Dayımlar geldi. Bizi kovdular. Yalvardık. Yapmayın dedik. Bizi değnekle dövdüler. Sonra da saban demirini (gîsin) büyük kaya ile kırdılar. Dayım İrfan mor öküzün boynuna bıçak attı. Hayvan kan kaybetti yere çöktü. Belki de öldüler. Koşarak geldim. Benim kaçtığımı zannediyorlar. Benim sana haber vermeye geldiğimi bilmiyorlar.”
-“Ya kardeşin Fırat?”
-“Fırat diğer öküzün boynuna sarıldı. “Bu benim sarı öküzüm!” diyip, ağladı.”
Oğlu Ahmet’in kardeşi için söylediği bu son sözler ona ağır gelmişti. Ağaca asılı Kırma Tüfeğini aldı, Zaten daha önce iki domuz mermisini silaha yerleştirmişti. Hiç acele etmeden oğlu Ahmet’e döndü;
-“Sen, eve git. Annene ve bacına haber ver. Benim yanıma tekrar hep beraber gelin. Onlara bir şey söyleme. Hadi fırla.” Dedi.
Çocuk aşağı dere boyundaki köye koşarak yöneldi. Hüseyin yukarı doğru emin adımlar ile etrafı gözleyerek yürüdü, tarlanın başında, yukarıda yerde yatan çift öküzleri gördü. Mor ve Sarı öküz anlaşılan murdar olmuştu. Fırat’ın boynuna sarıldığı Sarı öküz de yerdeydi. Fırat ve Sarı öküz de yerde birlikte kanlar içindeydiler. Bu durum, Hüseyin’i deli etti. Çocuğun da öldürüldüğünü sandı. Oysa dayıları Sarı öküzün şah damarına bıçak atıp, onu öldürdüğünde Fırat korkudan bayılmıştı. Hüseyin hala öküzlerin başında duran büyük kaynı İrfan’a tüfeği doğrulttu ve silahın tetiğine bastığını dahi anlamadı. Kaynı, emmioğlu İrfan, Mor öküzün hemen yanına cansız düştü. Kurşun başına isabet etmiş, İrfan hemen ölü vermişti. Bir süre herkes dondu kaldı. Hüseyin diğer kaynı Hasan’ın üzerine doğru gitti. Diğer kaynı Hasan, Hüseyin’e yalvardı.”
-“Biz ettik, sen yapma!” Dedi.
O sırada patlayan silahın sesine uyanan Fırat’ın sesi arkadan duyuldu;
-“Yapma baba! Dayım Hasan bir şey yapmadı. O da önce öküzlerin öldürülmesine karşı çıktı.” Dedi.
Oğlu Fırat’ın yaşadığının şaşkınlığı ile yere çömeldi. Başına iki avuç toprağı çaldı. Lanet olsun, Allah belanızı versin! Olan İrfan’a oldu! Şimdi ne yaparız?” dedi. Aşağıdan duyduğu silah sesi ile ağlayarak gelen karısı Aşhan’ın yalvaran sesi duyuldu;
-“Aman Hüseyin sakın bir şey yapma! Bir şey yapma!”
Hüseyin, kımıldamadı. Kendisinin dahi aklından geçmeyen şeyler olmuştu! Çömelmiş ve başı hala yere eğikti. Bu karmaşayı yorumlamaya çalışıyordu. Aşhan kanlar içindeki kardeşine koştu. Domuz kurşunu ile parçalanmış kardeşinin cansız kafasını kucağına aldı. Bu dağlara tanıdık bir çığlık attı, saçlarını yolarak ağlıyordu. Korktuğu başlarına gelmişti. Üvey kardeşi Hasan da yanına geldi. İkisi de kardeşlerinin ölüsü üstünde sarılarak birlikte ağladılar.
Yüzü ve üstü başı kanlar içindeki Fırat, öküzün yanından kalktı, babasının yanına geldi. Aşağıdan kızı Besime’nin sesi duyuldu. O da koşarak ağlayan annesinin yanına koştu.
Hüseyin olanı artık anlıyordu. Bu korkunç bir yanılgıydı. Ama bir insan ölmüştü. Üstelik kendisi öldürmüştü. Hem de amcası oğlunu! Kimse bu olayı inkâr edemezdi. Yalnız ölen öküzler ile kalınmamıştı. Fırat’ın öldürüldüğü sanısı ile hareket ettiğini, bu yüzden İrfan’ı bilmeden öldürdüğünü kimseye inandıramazdı. Aile içinde kan davası artık doğmuştu. Tek yol vardı. Parçalanmak! Bu fikirler aklından geçerken arkasından büyük oğlu Ahmet’in sesi duyuldu;
-“Baba, köylüler silah sesini duydular, buraya geliyorlar.”
Hüseyin karısına son kez seslendi;
-Aşan, kızımız Besime’yi alıp baba evine git. Usul budur. Başımız sağ olsun. Bu bir kazaydı. İnanmayana söyle, ben, Béli Dağında (Nemrut Dağı) olacağım. Hesabı olan varsa, yerim bellidir. Kaderimiz buymuş! Derdim dövüşmek değil. Büyüklük beklerim. Babana söyle; eğer isterse ona oğul olurum!
Besime koşarak babası Hüseyin’e geldi. Ona sarıldı. Bütün çocuklar;
- “Baba! Baba! “ diyerek ağlıyordu.
Hüseyin;
-“Kızım Besime, bundan böyle deden, sana babalık yapacak. Hürmetini esirgeme! Derken gözlerinden yaşlar kendiliğinden kızını başına dökülmüştü. Belki de babasını, Besime, başına düşen onun bu gözyaşları ile hep anımsayacaktı. Çünkü onu son görüşü idi.. Titrek ve anlaşılmaz bir ses ile babası;
-“Hadi kızım, annenin yanına git.” Dedi, döndü Ahmet ve Fırat’a;
-Çocuklar hadi bakalım dağın başına yola koyulalım. “ Dedi.
Hanımı Aşan’ın yanında geçerken. Allaha ısmarladık” dedi. Fakat Aşan başını yarım kaldırdı, üvey kardeşi Hasan’ın yanında kocasına bakmaya cesaret edemedi. Aşan ve Besime ile birlikte sarmaş dolaş oldular, ne yapacaklarını bilmeden onların arkasından hıçkırarak birlikte ağladılar.
Hüseyin karısı Aşan’ı, kızı 10 yaşındaki Besime’yi geride bırakırken, 13 yaşındaki oğlu Ahmet, boynuna oturttuğu 7 yaşındaki Fırat ile birlikte gözlerinde akan yaşlar ile Béli Dağı’nın (Nemrut dağı) yolunu tutmuştu.
Aşağıdan köylülerin de sesleri geliyordu..
(Kan Davası -1-Bölüm )
Devam edecek…